Bilinmeli ki, tevekkül gönül hallerinden bir
haldir ve Allah Teala’nın tevhidine ve kemali lütfuna olan imanın
sermayesidir. Onun asıl manası kalbin vekile itimadı, onun sabit ve
sadık bilip onunla rahat bulmasıdır. Yani rızka gönül bağlamayıp
sebeplere halel gelmekle üzülmeli, belki rızkı kendisine ulaştıran
Allah’a gönül bağlamalıdır. Bu şuna benzer ki, bir kimse biri hakkında
bir dava açsa, o davanın halli için bir vekil gönderir ve onun
gönderdiği vekilin üç çeşit sıfatına inanırsa, vekile itimat edip emin
olur.
O sıfatlarda biri, vekilin bütün hile yollarını tam anlamı
ile bilmesi; ikincisi, bildiği şeyleri açıklayabilmesi. Buda iki şey
ile olur: Kalp kuvveti ve din fesahatidir. Çünkü bazı kimseler her şeyi
bilir, fakat kalp kuvveti yahut dil fesadı olmadığı için açıklayamaz.
Üçüncüsü, vekilin müvekkile iyice acıyıp hakkını korumayı candan arzu
etmesidir. Müvekkil bu üç şeye inanırsa vekilden emin olduğu için ona
güvenip kendi yapacağı hileleri bırakır.
Bunun gibi’’ Allah bize
yetişir. O ne güzel vekildir.’’( Al-i İmran 173) sözünün manasını
anlayan, dünyada olan bütün varlıkların Allah Teala’nın olduğuna O’ndan
başka fail-i mutlak olmadığına, bununla beraber O’nun ilim ve
kudretinde asla noksanlık olmadığını ve Allah Teala’nın rahmet ve
inayetinin sonsuzluğuna inanan kimse, Allah’ın fazl ve inayetine candan
güvenip hile ve tedbiri bırakır; Rızkın mukadder olduğunu, zamanında
kendisine ulaşacağını onun hal ve hareketlerinin Allah’ın fazl ve
kereminin gerektirdiği şekilde hâsıl olacağını bilir.
Bazen insana
bu yakin hâsıl olur, fakat insanın tabiatında korku galip olduğu için
cesaret edemez. Zira insan yakini ile bildiği her şeye itaat etmez.
Belki bazen olur ki, yakinen bildiği şeye taat eder. Mesela: Bir kimse
tatlı yerken, birisi onu pisliğe benzetse, bunun yalan olduğunu bildiği
halde, bundan etkilenir ve yiyemez. Ve yine ölünün cansız ve hareketsiz
olduğunu bildiği halde onunla yalnız olarak bir yerde yatmağa cesaret
edemez. O halde mütevekkil kimseye hem yakin kuvveti, hem de kalp
kuvveti gereklidir. Böylece kalbin kararsızlığı zail olup rahatlık ve
itimat hâsıl olur. Kalpte kararsızlık olup rahatlık ve itimat olmadıkça
mütevekkil olmaz. Çünkü tevekkül kalbin her işte Allah’a güvenmesidir.
İbrahim Halil’in (a.s.) yakini tam olduğu halde: ‘’ Allah’ım ölüleri
nasıl dirilttiğini bana göster,’’ dedi. Allah Teala:’’ İnanmadın mı?’’
dedi. Zira başlangıçta, kalbin rahatı his ve hayale tabii olur. Hayal
ve his son bulunca, kalpte onlara hâsıl olan yakine tabii olur, zahiri
müşahedeye ihtiyacı olmaz.
Tevekkülün üç derecesi vardır:
Birinci
derecede olanı: davasına gayretli, zeki, konuşkan, cesur ve şefkatli
bir vekil tutan kimse gibidir. Bu vekilin bu hallerine güvendiği için
emin olur.
İkinci derecede olanı: Çocuk gibidir. Kendine ne
olursa, annesinden başka kimseyi bilmez. Acıkınca annesini çağırır.
Korkunca annesine sarılır. Çünkü çocuk tabiatı budur. Bu hal tekellüf
ve ihtiyar ile olmaz. Bu tevekkül, bu işe tamamı ile daldığı için kendi
tevekkülünden habersiz olan mütevekkilinden sadır olur. Fakat
birincisi, tevekkülü tekellüf ve ihtiyar ile elde ettiği için
tevekkülden haberi vardır.
Üçüncü derecede bulunan: Yıkayıcının
elinde bulunan ölüye benzer. Kendini ezeli kudretin elinde bir ölü gibi
hareket etmekte görür. Bir işle karşılaşırsa, onun için vekili
çağırmaz. Yani kendisine bir şey olunca annesini çağıran çocuk gibi
olmaz. Belki annesini çağırmadığı halde annesinin kendisini görüp
yardımına koştuğuna inanan bir çocuğa benzer.
O halde tevekkülün
birinci makamı ihtiyar ile olur. Ancak ihtiyar, vekilin adet ve
prensibinden anlaşılan hususları hazırlamakla olur. Mesela: Eğer
vekilin âdeti, müvekkil gelip dosyayı hazırlamadan dava açmamak ise,
müvekkil bunları yerine getirmelidir. Bunları yerine getirdikten sonra
onun görevi, vekilin yapacağı işi beklemektir sonra ne olursa bir gün
vekilden bilir ve dosyanın hazırlanmasını da vekilden bilir. Zira
dosyanın hazırlanmasının gerekli olduğunu vekilin işareti ile anlar.
O
halde tevekkülün bu makamında bulunanlar ticaret ve ziraattan el çekmez
ve Allah’ın kanunu ve âdeti olan zahiri sebepleri bırakmaz. Belki
bunlarla tevekkül eder, yalnız ziraat ve ticarete güvenmez, ziraat ve
ticaretle maksadına kavuşmak için yalnız Allah’ın fazlına güvenir.
Şöyle ki, bütün hareketlerin ve ziraat ve ticaret sebeplerinin Allah
Teala’nın şevki ile olduğunu bilip, Allah’ın hidayetini onları yapmaya
vesile itikat edip hepsini Allah’tan görür ve O’ndan bilir.
Nitekim
bunun izahı gelecektir. ‘’La havle vela kuvvete illa billâh‘’ sözünün
anlamı da budur. Çünkü insanın hareketleri, kuvvet ve kudreti kendi
elinde olmayıp Allah’ın kudretin de olursa her şeyi ondan bilir.
Velhasıl mütevekkil, ancak işleri sebeplere bağlamayı fikrinden çıkarıp
uzaklaştıran ve Allah Teala’dan başka bir şeyi görmediği zaman
mütevekkil olur.
Tevekkülün en yüksek derecesi, Bayezid-i Bistami
hz.’nin buyurduğu derecedir. Ebu Musa-yı Debili, O’na ‘’tevekkül
nedir?’’ diye sordu. Bayezid-i Bistami Hz. ‘’sen nasıl bilirsin?’’
dedi. Ebu Musa Hz. dedi ki: ‘’ Büyükler derler ki, tevekkül; sağında ve
solunda yılanlar ve ejderhalar bile olsa, kalbinin hiç hareket
etmemesidir.’’ Bayezid Hz: ‘’ Bu kolaydır. Belki tevekkül
cehennemlikleri azapta, cennetlikleri de nimetler içinde görüpte
aralarında ayrım yapmamaktır. Eğer ayrım yaparsa, tevekkül etmiş
olmaz.”
Ebu Musa’nın beyan ettiği mana, tevekkülün yüksek derecesidir. Tevekkül makamında korunmamak şart değildir.
Zira
Hz. Ebu Bekir (r.a.) mağarada yılan deliğine ökçesini koydu. Hâlbuki
Hz. Ebu Bekir o anda mütevekkil idi. Fakat yılandan değil yılanı
yaratandan korkuyordu. Zira Allah Teala kuvvet ve hareket vermezse,
yılan yerinden kıpırdayamaz. ‘’La havle vela kuvvete illa billâh’’
sözünün manasını, bütün eşya da mütevekkil olanlar görür. Bayezid
hazretlerinin buyurduğu husus ise, tevekkülün aslı olan imana
işarettir.
O iman çok kıymetlidir ve Allah’ın adalet, hikmet, fazl
ve rahmetine olan imandı. Bu imanın manası, Allah tarafından yaratılan
her şeyin gereği gibi ve layığı veçhile yaratıldığına inanmaktır. Bu
itibar ile azap ve rahmetin arasında ayrım yapılamaz.
haldir ve Allah Teala’nın tevhidine ve kemali lütfuna olan imanın
sermayesidir. Onun asıl manası kalbin vekile itimadı, onun sabit ve
sadık bilip onunla rahat bulmasıdır. Yani rızka gönül bağlamayıp
sebeplere halel gelmekle üzülmeli, belki rızkı kendisine ulaştıran
Allah’a gönül bağlamalıdır. Bu şuna benzer ki, bir kimse biri hakkında
bir dava açsa, o davanın halli için bir vekil gönderir ve onun
gönderdiği vekilin üç çeşit sıfatına inanırsa, vekile itimat edip emin
olur.
O sıfatlarda biri, vekilin bütün hile yollarını tam anlamı
ile bilmesi; ikincisi, bildiği şeyleri açıklayabilmesi. Buda iki şey
ile olur: Kalp kuvveti ve din fesahatidir. Çünkü bazı kimseler her şeyi
bilir, fakat kalp kuvveti yahut dil fesadı olmadığı için açıklayamaz.
Üçüncüsü, vekilin müvekkile iyice acıyıp hakkını korumayı candan arzu
etmesidir. Müvekkil bu üç şeye inanırsa vekilden emin olduğu için ona
güvenip kendi yapacağı hileleri bırakır.
Bunun gibi’’ Allah bize
yetişir. O ne güzel vekildir.’’( Al-i İmran 173) sözünün manasını
anlayan, dünyada olan bütün varlıkların Allah Teala’nın olduğuna O’ndan
başka fail-i mutlak olmadığına, bununla beraber O’nun ilim ve
kudretinde asla noksanlık olmadığını ve Allah Teala’nın rahmet ve
inayetinin sonsuzluğuna inanan kimse, Allah’ın fazl ve inayetine candan
güvenip hile ve tedbiri bırakır; Rızkın mukadder olduğunu, zamanında
kendisine ulaşacağını onun hal ve hareketlerinin Allah’ın fazl ve
kereminin gerektirdiği şekilde hâsıl olacağını bilir.
Bazen insana
bu yakin hâsıl olur, fakat insanın tabiatında korku galip olduğu için
cesaret edemez. Zira insan yakini ile bildiği her şeye itaat etmez.
Belki bazen olur ki, yakinen bildiği şeye taat eder. Mesela: Bir kimse
tatlı yerken, birisi onu pisliğe benzetse, bunun yalan olduğunu bildiği
halde, bundan etkilenir ve yiyemez. Ve yine ölünün cansız ve hareketsiz
olduğunu bildiği halde onunla yalnız olarak bir yerde yatmağa cesaret
edemez. O halde mütevekkil kimseye hem yakin kuvveti, hem de kalp
kuvveti gereklidir. Böylece kalbin kararsızlığı zail olup rahatlık ve
itimat hâsıl olur. Kalpte kararsızlık olup rahatlık ve itimat olmadıkça
mütevekkil olmaz. Çünkü tevekkül kalbin her işte Allah’a güvenmesidir.
İbrahim Halil’in (a.s.) yakini tam olduğu halde: ‘’ Allah’ım ölüleri
nasıl dirilttiğini bana göster,’’ dedi. Allah Teala:’’ İnanmadın mı?’’
dedi. Zira başlangıçta, kalbin rahatı his ve hayale tabii olur. Hayal
ve his son bulunca, kalpte onlara hâsıl olan yakine tabii olur, zahiri
müşahedeye ihtiyacı olmaz.
Tevekkülün üç derecesi vardır:
Birinci
derecede olanı: davasına gayretli, zeki, konuşkan, cesur ve şefkatli
bir vekil tutan kimse gibidir. Bu vekilin bu hallerine güvendiği için
emin olur.
İkinci derecede olanı: Çocuk gibidir. Kendine ne
olursa, annesinden başka kimseyi bilmez. Acıkınca annesini çağırır.
Korkunca annesine sarılır. Çünkü çocuk tabiatı budur. Bu hal tekellüf
ve ihtiyar ile olmaz. Bu tevekkül, bu işe tamamı ile daldığı için kendi
tevekkülünden habersiz olan mütevekkilinden sadır olur. Fakat
birincisi, tevekkülü tekellüf ve ihtiyar ile elde ettiği için
tevekkülden haberi vardır.
Üçüncü derecede bulunan: Yıkayıcının
elinde bulunan ölüye benzer. Kendini ezeli kudretin elinde bir ölü gibi
hareket etmekte görür. Bir işle karşılaşırsa, onun için vekili
çağırmaz. Yani kendisine bir şey olunca annesini çağıran çocuk gibi
olmaz. Belki annesini çağırmadığı halde annesinin kendisini görüp
yardımına koştuğuna inanan bir çocuğa benzer.
O halde tevekkülün
birinci makamı ihtiyar ile olur. Ancak ihtiyar, vekilin adet ve
prensibinden anlaşılan hususları hazırlamakla olur. Mesela: Eğer
vekilin âdeti, müvekkil gelip dosyayı hazırlamadan dava açmamak ise,
müvekkil bunları yerine getirmelidir. Bunları yerine getirdikten sonra
onun görevi, vekilin yapacağı işi beklemektir sonra ne olursa bir gün
vekilden bilir ve dosyanın hazırlanmasını da vekilden bilir. Zira
dosyanın hazırlanmasının gerekli olduğunu vekilin işareti ile anlar.
O
halde tevekkülün bu makamında bulunanlar ticaret ve ziraattan el çekmez
ve Allah’ın kanunu ve âdeti olan zahiri sebepleri bırakmaz. Belki
bunlarla tevekkül eder, yalnız ziraat ve ticarete güvenmez, ziraat ve
ticaretle maksadına kavuşmak için yalnız Allah’ın fazlına güvenir.
Şöyle ki, bütün hareketlerin ve ziraat ve ticaret sebeplerinin Allah
Teala’nın şevki ile olduğunu bilip, Allah’ın hidayetini onları yapmaya
vesile itikat edip hepsini Allah’tan görür ve O’ndan bilir.
Nitekim
bunun izahı gelecektir. ‘’La havle vela kuvvete illa billâh‘’ sözünün
anlamı da budur. Çünkü insanın hareketleri, kuvvet ve kudreti kendi
elinde olmayıp Allah’ın kudretin de olursa her şeyi ondan bilir.
Velhasıl mütevekkil, ancak işleri sebeplere bağlamayı fikrinden çıkarıp
uzaklaştıran ve Allah Teala’dan başka bir şeyi görmediği zaman
mütevekkil olur.
Tevekkülün en yüksek derecesi, Bayezid-i Bistami
hz.’nin buyurduğu derecedir. Ebu Musa-yı Debili, O’na ‘’tevekkül
nedir?’’ diye sordu. Bayezid-i Bistami Hz. ‘’sen nasıl bilirsin?’’
dedi. Ebu Musa Hz. dedi ki: ‘’ Büyükler derler ki, tevekkül; sağında ve
solunda yılanlar ve ejderhalar bile olsa, kalbinin hiç hareket
etmemesidir.’’ Bayezid Hz: ‘’ Bu kolaydır. Belki tevekkül
cehennemlikleri azapta, cennetlikleri de nimetler içinde görüpte
aralarında ayrım yapmamaktır. Eğer ayrım yaparsa, tevekkül etmiş
olmaz.”
Ebu Musa’nın beyan ettiği mana, tevekkülün yüksek derecesidir. Tevekkül makamında korunmamak şart değildir.
Zira
Hz. Ebu Bekir (r.a.) mağarada yılan deliğine ökçesini koydu. Hâlbuki
Hz. Ebu Bekir o anda mütevekkil idi. Fakat yılandan değil yılanı
yaratandan korkuyordu. Zira Allah Teala kuvvet ve hareket vermezse,
yılan yerinden kıpırdayamaz. ‘’La havle vela kuvvete illa billâh’’
sözünün manasını, bütün eşya da mütevekkil olanlar görür. Bayezid
hazretlerinin buyurduğu husus ise, tevekkülün aslı olan imana
işarettir.
O iman çok kıymetlidir ve Allah’ın adalet, hikmet, fazl
ve rahmetine olan imandı. Bu imanın manası, Allah tarafından yaratılan
her şeyin gereği gibi ve layığı veçhile yaratıldığına inanmaktır. Bu
itibar ile azap ve rahmetin arasında ayrım yapılamaz.